18 Ekim 2014 15:22
Ferdan Ergut*
Hükümetin hazırlamakta olduğu “İç Güvenlik Paketi”nden yansıyanların teyit ettiği şudur: Polis Partisi gelişiyor, genişliyor, güçleniyor! AKP dönemi çeşitli açılardan incelenmeyi hak eden bir dönem... Polis örgütü açısından ise hala kapsamlı bir incelemeyi beklemekte… Yine de 12 yıllık AKP iktidarında sabit bir eğilimi gözlemek mümkün görünüyor: Polisin istikrarlı bir biçimde iktidar alanını genişletmesi, toplum üzerindeki gücünü arttırması… Bu yazıda polisin ne tür bir siyaset izleyerek kendi iktidar alanını bu kadar genişletmeyi başardığını anlamaya çalışacağım. Madalyonun öbür yüzünden soru şöyle de sorulabilir elbette: AKP iktidarı, nasıl bir iktidardır ki polise tam da aradığı fırsatları bahşetmektedir.
Başbakan Davutoğlu ve diğer hükümet yetkilileri yaptıkları çeşitli konuşmalarda hazırlamakta oldukları “güvenlik paketi” ile ilgili sürekli iki temayı öne çıkardılar “kamu düzeni” ve “önleyici polislik”. Polis çalışanlar iyi bilir: Her iki kavram da polisin, iktidarını genişletme hamleleri yaptığı dönemlerde başvurduğu kavramlardır. Kamu düzenin bozucu unsurlar çoğalmaktadır ve bu unsurları önceden tespit edebilecek tek güç vardır: Polis!
Doktrine göre kamu düzenini sağlamak için yargı yetersiz kalacaktır. O ancak, olay olduktan sonra duruma müdahale eder ve suçluyu cezalandırır. Oysa polisin görevi bizatihi suçun işlenmesini engellemektir. Yani, suç işlenmeden önce o suçu kimin/kimlerin işleyebileceğini önceden kestirmesi gerekir. Bu nedenle polis o kişi ve gruplar üzerinde bir denetim yetkisine sahip olmalıdır. Olmamış ama olacak olan (!) bir suç vardır ve polis o olmamış suçu “önleyecektir”. Suçla mücadeleyi sadece yargının alanı olarak tanımlarsak, der doktrin, sadece işlenmiş suçlarla mücadele etmiş oluruz. Oysa en az bunun kadar önemli olan unsur, kamu düzenini bozma potansiyeli taşıyan kişi, grup veya olayları önceden öngörerek onları önlemektir. Bunu başarabilmek için ise polisin, yargı mekanizmasında zorunlu kılınan ölçütlerden (somut kanıtlar v.s.) daha bağımsız hareket etmesi gerekmektedir. Zira suç henüz işlenmemiştir ki kanıtı olsun! Kimlerin suç işlemeye eğilimli olduğunu en iyi bilecek örgüt polistir ve kamu otoritesi eğer kamu düzeninin bozulmamasını istiyorsa polisin şüphelerine (“makul şüphe”!) güvenmek zorundadır. Dahası, kamu düzenini bozacak unsurlar önceden tahmin edilemediğinden ve bir kez ortaya çıktığında o anda müdahale edilmesi gerektiğinden polisin de adı konmamış bir cezalandırma yetkisi olması gerekir. Coplamaktan, gazlamaktan öldürmeye kadar uzanan bir cezalandırma yetkisi… “Önleyici polis” doktrini budur ve dünyanın her yerinde polis kendi örgütsel imkanlarını genişletmek ihtiyacı duyduğunda bir halkla ilişkiler stratejisi olarak bu doktrini öne çıkarır.
Büyüme, genişleme “ihtiyacı” ise her zaman oradadır! Devletin bütün bürokratik kurumları gibi, polis de kendi iktidarını arttırmaya çalışır. Bunu yaparken diğer kurumlarla rekabete girmesi kaçınılmazdır. Başka bir deyişle, polis örgütsel iktidarını genişletecek fırsatları her zaman kollar; uygun fırsat çıktığında gerek devlet içindeki rakip bürokratik kurumlara karşı kullanacağı gerekse de toplumda meşruiyet sağlamak için gündeme getireceği kavram “kamu düzeni” ve onun ayrılmaz parçası “önleyici polislik”tir. Uygun politik fırsat çıktığında doktrin devreye sokulur: Kamu düzeni bozulmuştur; çünkü polis yetkisizidir, kanunlar tarafından eli kolu bağlanmıştır. Önleyici polislik, tanımı gereği, öngörülemez durumları önlemeye dayalıdır. Bu nedenle de kanunların soğuk mantığı içinde ele alınamaz.
Bunun nasıl değişmez bir tema olduğunu örnekler üzerinden anlatabilirim sanıyorum. Önce Başbakan Davutoğlu’nu ve Arınç’ı konuşturalım; daha sonra aynı lafların 6-7 yıl önce de dillendirildiğini hatırlayalım. Daha sonra da bütün bu söylemlerin aslında polis örgütünün iktidarını yaygınlaştırmak için kullandığı en kadim meşrulaştırma aracı olduğunu görmek için yüz yıl öncesine gidelim.
Önce Davutoğlu: “Yargı bir suç işledikten sonra başlıyor. Suçu önleme görevi kimin? Güvenlik birimlerimizin. Alınacak bir önlem eğer suç işlendikten sonraki prosedüre tabi kılınırsa suçu engelleyemiyorsunuz… Savcının şunu demesi doğrudur: bana delil getir. Emniyet görevlisinin görevi de o suçu işlenmeden engellemektir. Şimdi burada suçun engellenmesi, bakın cana mal oluyor, mala mal oluyor” (Hürriyet, 15 Ekim 2014) Nasıl? Sanki yukarda söylediğim “önleyici polislik doktrininden” alıntı yapıyor değil mi Davutoğlu? Elbette öyle. Zira bu konuşmayı, polisler tarafından İçişleri Bakanlığında “brife edildikten” hemen sonraki basın açıklamasında yapıyor Davutoğlu. Polis öğretir!
Ama bir dakika! “Önleyici polislik doktrini”nin içinde polisin “yargılama yetkisi” de vardı. Davutoğlu elbette bu konuya dair de sessiz kalmadı. Yukardaki konuşmadan 5 gün önce Malatya’da konuşurken Bingöl’de hala büyük soru işaretleri barındıran polisin infazlarına dair şunları söylemiş: “yetkilileri tebrik ediyorum. Bu alçakları 2 saatte bulup cezalandırdılar”. Kavrama dikkat: “Cezalandırdılar”. Kim? Polisler! Davutoğlu, doktrine bütünüyle hakim: Yargılama yetkisi, sadece yargıç ve savcılara ait değildir; “önleyici polis” de yargılar ve cezasını verir!
Öte yandan “kamu düzenini” sağlamak kolay değildir; kaynak gerektirir, yetki gerektirir. Oysa devletin bütün kurumları ve personeli daha fazla kaynak ve daha fazla yetki için Hükümetin ensesindedir. Polisin hepsinin önüne geçmesi gerekir. “Kamu düzeni” kadar önemli kaç meselemiz var ki! Davutoğlu burada da ikna edilmiştir: “Yakılan her TOMA’nın yerine gerekirse beş TOMA, on TOMA alınacak”. Brife edilenlerden Arınç da polisin yetkisizliğinden yakınır. Bakanlar Kurulu toplantısının arkasından yaptığı konuşmada “Kobani protestoları sırasında yaşanan olaylar polisin yetkilerinin yetersizliğini” göstermiştir; “güvenlik güçlerinin elini güçlendirmek onlara yeni imkanlar ve kullanabileceği yeni alanlar elbette tesis edeceklerdir.” Tek amaçları vardır “kamu düzenini sağlamak” (Hürriyet, 13 Ekim 2014).
“Kamu düzenini tesis etmek için polisin yetkilerini arttırmamız lazım” kampanyası sizlere bir yerlerden tanıdık geliyor olmalı. 2000’li yılların başına gidelim. AB ile uyum müzakereleri neticesinde polise verilmiş olan aşırı yetkiler budanmaya başlamıştır. Polis sürekli mızıldanmaktadır. Sonunda hal çaresi bulunur: Birden bire bütün bir ülke olarak kendimizi hırsızlık ve kapkaç çetelerinin ortasında buluruz. Kapkaççılar her yerdedir. Kadınların bileklerini keserek çantalarını çalmakta, kırmızı ışıkta duran arabalara zorla girerek çantaları çalmaktadır. İşlek cadde ve sokaklarda yan kesiciler her saniye bir vatandaşın cüzdanını çalmaktadır. Kampanya hız kazanır. Televizyonlarda kerli ferli akademisyenler ve elbette polis şefleri polisin elinin kolunun bağlı olduğundan, AB’ye uyum yasaları nedeniyle kimseyi doğru dürüst durdurup kimlik bile soramadıklarından, kısacası yetkisizlikten yakınmaktadırlar. Kapkaç olduktan sonra yakalamak çok zordur; oysa olay olmadan önce kapkaç yapacağından şüphelenilen kişiler polis tarafından taciz edilse suç oluşmadan önlenebilecektir v.s. v.s. Kapkaç, hırsız, yankesici histerisi 2007 yılına geldiğinde bıçak gibi kesilir. Nedense artık böyle bir problemimiz yoktur. Nedeni basit: O yıl polis nihayet halkla ilişkiler kampanyasının sonucunu almış ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununda yetkilerini önemli oranda arttıran düzenlemeler yapılmıştır. “Kamu düzeni” işe yaramıştır!
“Kamu düzeni” ve “önleyici polislik” temalarının 2007 ve 2014’de aynen tekrarlanmış olmasını önemsememiş olabilirsiniz; alt tarafı aralarında sadece 7 yıl var. Öyleyse bu temaların neredeyse polis örgütünün kendisi kadar eski olduğunu göstermek için 93 yıl öncesine uğrayalım. Polis dergisi 1911’de şunu yazıyordu: “Polisin vazifesini tahdit etmek (sınırlamak) akl-ı beşeri tahdit etmek demektir. İnsanların aklından geçecek tekmil [bütün] fenalıkları bir araya toplayıp da bir kitap haline koymak ve işte sen polissin bu kitapta ne yazarsa onları men et demek gayri kabildir… Bunun için polis her vakit akıl ve fikrine müracaata mecbur kalır” (Polis, 1911: no. 4) Söz konusu polis olunca İttihat ve Terakki’den AKP’ye giden mesafe ne kadar az!
Bu yazının muradı, polisin kendi iktidarını genişletmek için bir kavram çiftini (kamu düzeni ve önleyici polislik) nasıl araçsallaştırdığını ve bunu da kurulduğu günden beri yaptığını göstermekti. Bitirirken AKP ve polis ilişkisine dair bir şeyler daha söylemek isterim.
Polis iktidar ilişkisi daima çetrefildir. Yukarda AKP elitlerinin polis tarafından “ikna” edildiğini söylemiştim. Çoğu durumda polisler gerçekten de hükümetleri “ikna ederler”. Lakin AKP’nin durumunda iknanın da ötesinde başka bir hakikat var. Polis kendi iktidarını arttırmak istediği kadar, AKP de polisin iktidarını arttırmaya gönüllü; dahası buna zorunlu. Zira uzun süredir tek iktidar mekanizması olarak elinde bu kaldı. Toplumsal taleplere yanıt veremez, yeni siyasetler üretemez oldu.
AKP, yoksulların büyük bölümünü sosyal yardımlarla sistemin içinde tutabiliyor. Öte yandan sistemin dışında kalan yoksullar (“serseriler”) için, LGBTİ’ler için, ağırlığını Kürtlerin oluşturduğu kent yoksulları için elindeki tek araç polis baskısı… (İzmir Emniyet Müdürü Çapkın, bütün ününü “kamu düzeni” adına tam da adı geçen toplum kesimlerini İzmir’in merkezinden sürmekle yaptığını hatırlayalım). Sadece sisteme entegre edemediği yoksullar için değil; zaten sistem dışı taleplere sahip olan kesimler için de (Aleviler, Kürtler, radikalleştiği dönemde işçi sınıfı talepleri) yaratıcı çözümler üretme yeteneğini/kapasitesini uzun süredir kaybetti AKP. Talepleri karşılayacak siyasetler geliştiremezseniz bastırmayı seçersiniz. AKP’de bunu yapıyor: Rıza üretemediği için, baskıyı arttırıyor.
Polis ve AKP arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisinden bahsediyoruz aslında. Bunun nesnel soncu şu ki: Polis kurumsal iktidarını yaygınlaştırıyor. Aslında polisi kurumsal olarak güçlendirmenin ve tümüyle kendine ait özerk bir iktidar alanı oluşturmasına zemin hazırlamanın nasıl bir maliyeti olduğunu AKP yaşamıştı. Cemaatin elindeki polis örgütünü güçlendirirken de aynı yoldan gidiyordu. O dönemlerde de iktidarını Cemaatin hakimiyetindeki polis örgütüne yaslamıştı. Şimdi de aynısını yapıyor. Personel değişiyor; ama polisin iktidarı kaldığı yerden büyümeye devam ediyor! Zira, bütün süreci belirleyen AKP’nin artık rızaya dayalı siyasetler üretme kapasitesini bütünüyle yitirmesi ve dahası, başlarındaki tek adam Erdoğan’ın çevresindeki dünyaya (Gezi’yle başlayan, 17-25 Aralık’ta zirve yapan) kendi beka kaygısının penceresinden bakmasıdır. Böyle bir ortamda Erdoğan’ın kendine bağlı –olduğunu düşündüğü!- bir polis örgütü oluşturmak ve onun örgütsel “ihtiyaçlarını” sonuna kadar karşılamak dışında bir şansı yok. Kendi sultası altındaki AKP’nin de bundan başka bir yol izlemesi zaten mümkün değil. Bütün bu süreçten nesnel olarak karlı çıkan ise belli: Polis Partisi… Kendi çıkarları, kendi dostları, kendi düşmanları, kısacası kendi siyaseti olan bildiğimiz parti işte!
*Yeşiller ve Sol Gelecek MYK üyesi, ODTÜ Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
© Tüm hakları saklıdır.